“Ben’den kurtuldu da şimdi ben oldu. Aferinler olsun zahmetsiz benliğe.”
HAZRETİ MEVLANA
İnsanoğlunun eski çağlardan beri esrarını çözemediği rüyayı sözlükler kısaca, “Şuuraltı faaliyetlerinin uyku sırasında zihinde yarattığı hayallerdir” tanımı ile yapsa da, “Rüyalar aynalara benzerler, bazen içlerinde başlarımıza gelecek şeyleri görürüz,” demiş Moliere. Zihnin en savunmasız olduğu anlarda bilinçaltını kaplayarak gizli bir dünyanın film şeridi gibi göz önünden geçerek gizemlerin, sırların açığa çıktığı bu âlem her zaman merak konusu olmuş ancak görülen hayallerin gerçekle bağlantısının ve geleceğin habercisi olup olmadığının kesin açıklaması ne bilim adamları ne de din adamları tarafından yapılabilmiştir.
İlkel toplumlarda rüyaların tanrılar tarafından verilen armağan veya ceza olabileceğine inanılmıştır. Bu inançla kâhinler ortaya çıkmış ve rüya yorumları yapmaya başlamışlardır. Babil’in kâhinleri, Eski Mısırlılar, Yunanlılar ve Araplar rüya yorumları ile ilgili kitaplar yazmıştır.
Rüyaların bilimsel incelemesi (oneiroloji) ile parapsikologların ve ruh bilimcilerin çalışmaları sonucunda elde edilen verilerden uykunun dört evreden oluştuğunu ve rüya görme hadisesinin REM (Rapid Eye Movement – Analiz göz hareketleri) uykusu denilen, gözlerin göz kapakları altında ileri ve geri doğru hızlı ve ani hareket ettiği bir evrede gerçekleştiğini bilmekteyiz. İnsan rüya gördüğü anda vücudunda bazı önemli değişiklikler olmakta, REM uykusu ( DELTA uykusu da denilmektedir) süresince, kan basıncı ve kalp ritmi yükselip alçalmaktadır. Adrenalin seviyesi yükselerek kalp daha hızlı atmaya başlamaktadır. Bu durumda vücudumuzun daha çok yorulacağını düşünsek de, durum bunun tam tersidir. REM uykusu esnasında vücut tamamen durgun ve kaslar hareketsizdir.
Rüyalar renkli ya da siyah beyaz olabilir. Kadınların erkeklere göre daha renkli rüyalar gördüğü yapılan araştırmaların sonucudur. İnsan bir gecelik uykusunda birden fazla rüya görebilir. Ancak çoğu zaman uyanmaya yakın evrede görülmüş olan rüyalar akılda kalır. Hiç rüya görmediğini söyleyenlerin de rüya gördüğü elektronik cihazlarla tespit edilmiştir. Bilim adamlarınca uykuları denetim altına alınan kişilerin EEG (Elektroensefalogranik) cihazı ile yapılan tespitte rüyanın, uykunun yüzde yirmilik bir kısmını teşkil ettiği saptanmıştır.
Parapsikologlar ve ruh bilimcilerin rüyaların süreleri üzerine yaptığı çalışmalarda ise, uyandıktan sonra dakikalarca anlatılabilecek en uzun bir rüyanın bile aslında doksan saniyeyi geçmediği sonucuna varmıştır. Bu da bize rüyanın kendine has bir zaman ritmine sahip olduğunu, bizim zaman kavramımıza uymadığını gösterir.
Ruh bilimci Sigmund Freud uyku sırasında kişinin bilinçaltındaki düşüncelerinin, özlemlerinin veya isteklerinin bir olay döngüsü içinde göz önünden geçtiğini varsayarak, bilincin gizlediği olguları ortaya çıkarmaya çalışmış ve tıp adamları da bu yolu izleyerek hastaların tedavisi yönünde çalışmalar başlatmıştır.
Sırrı çözülemeyen bu masal âleminin derinliklerine inme çabaları yanında merakı gidermek amacı ile çeşitli yorum kitapları yazılmıştır. Bu yorumlar rüyaların türlerine göre değerlendirilmektedir. Günlük olayların etkisi ile yoğun, karmaşık olayların görüldüğü rüyalar yorumlanmaz. Bunlar gerçek rüya değildir. Diğer yorumlanmayan rüya türü ise kâbus ve karabasan denilen rüyalardır. Güzel görüntülerin dehşet verici ve korkutucu bir hale dönüştüğü bu tür rüyaların açıklamasını sinir doktorları ve psikanalistler yapmaktadır. Üçüncü tür olarak sayabileceğimiz rüya türü ise rüyada görülenin gerçek hayatta çıkması halidir ki bunlar gerçek rüyalardır. Genellikle sezgisi çok güçlü veya belli mertebelerdeki kişiler tarafından bu rüyalar görülür. Gerçek rüyalardan bilim tarihine geçmiş olan ünlülerinden biri Abraham Linkoln rüyasıdır.
Amerika’nın 16’ncı Başkanı Lincoln, 16 Nisan 1865 yılında rüyasında, Beyaz Saray çalışanlarının panik içinde başkanın öldüğü haberini verdiklerini gördü. Lincoln gün boyu bu rüyanın etkisinde kalarak çevresindekilere de rüyasını anlattı. Aynı günün akşamı Lincoln, eşi ve iki arkadaşı, 4 yıllık mücadeleden sonra Kuzey’in zafer kazanması ve iç savaşın sona ermesini kutlamak amacıyla Ford Tiyatrosu’nda “Amerikan Kuzenimiz” adlı oyunu izlemeye gittiler. Oyunun üçüncü perdesinde, Lincoln ve beraberindekilerin bulunduğu tiyatronun Başkanlık Locası’nın kapısı yavaşça aralandı ve sahneden gelen ışıkla elinde parlayan şeyin silah olduğu belli olan genç bir adam, içerideki kimse hareket etmeye fırsat bulamadan, silahtaki kurşunları başkanın başına boşaltmaya başladı. Başkan koltuğa yığılıp kalmıştı. Ölümünü haber veren rüyanın üzerinden daha 24 saat geçmeden, Lincoln’ün rüyası gerçek olmuştu. Ve bu olay tarihte, “Gerçek rüya” tanımına uyan en akılda kalıcı rüyalardan biri oldu.
Rüya yorumuna açık olan ve daha çok uykunun son evresinde görülen dördüncü tür rüya ise en sık rastlanılandır. Sabah uyanıldığında akılda kalmış olan ve kişiyi etkileyen bu olay döngüsü yorumlamak için en uygun olan rüya çeşididir.
Rüyalar ve yorumları bizi zihinsel, fiziksel, duygusal ve ruhsal olarak etkiler. İç dünyamız ile aramızda bir köprü oluşturur ve ruhumuzu fark etmenin bir göstergesi gibidir. Rüya ruh gibi soyut bir olaydır.
Tasavvufi açıdan ele alacak olursak rüya, uyku halinde ruh bedenden ayrıldığı zaman yaşanan olayların tümüdür. İslam düşüncesinde kelamcılar, felsefeciler ve de mutasavvıflar arasında rüya hakkında önemli şeyler yazılmıştır. En güzel örneklerini Mevlana’nın Mesnevi’sinde ve İbn Arabî’nin eserlerinde görebiliriz.
İslamiyet’te rüyaların bir bölümü anlamlıdır. Bu anlamlı rüyaların bir kısmı açık, bir kısmı ise rumuzludur. Yani rüyanın anlatılması sakıncalıdır. Rüyalar usulüne göre yorumlanmalı ve herkes rüya tabiri yapmamalıdır.
Allah’ın müjde veya korkutma amacıyla melekleri tarafından uyuyanların ruhlarına ilham ettiği rahmani rüyalardan bir kısmı peygamberlere vahiy olarak gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu tür rüyalardan bahsedilmektedir. Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Muhammed, peygamberlerin rüyaları ile Mısır meliki ve zindana atılan gencin rüya ve yorumları bunlardandır.
Hayatın yaklaşık üçte biri uykuda geçmektedir. Ortalama 60 senelik bir ömrün 20 senesinin uykuda geçtiğini düşünecek olursak rüyaların insanoğlu için önemini daha iyi kavrayabiliriz.
Hayatımızın azımsanamayacak bir kısmını kaplayan rüyalar sanatın çeşitli dallarında ortaya çıkan eserlerle yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu bize kanıtlamıştır.
Herkes gibi edebiyatçılar da gördükleri rüyalardan etkilenmişler ve bunu eserlerine yansıtmışlardır. Geçmişte divan ve halk edebiyatında görülen bu yansımalar günümüz edebiyatı için de geçerliliğini muhafaza etmektedir.
Annemi ölmüş gördüm rüyamda/ Ağlayarak uyanışım/ Hatırlattı bana, bir bayram sabahı/ Gökyüzüne kaçırdığım balonuma/ Ağlayışımı./ ORHAN VELİ KANIK
RÜYAMIZ
Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz,
Bu su bizim gölgemiz, biziz şeffaf ve temiz.
Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz,
Açılan güller gibi suda gönüllerimiz
Ne vakitten beridir burada oturmuşuz?
Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz.
Yaşamanın en güzel noktasında durmuşuz,
Bir huzur ahengine dalmış gönüllerimiz.
Uyanabilir miyiz sanki böyle rüyadan?
Asırlar kadar uzun, müphem ve tatlı bir an,
Biz o kadar sarhoşuz, o kadar sarhoşuz biz!
İşte gözlerimizde bu suyun derinliği,
İçimizdedir işte bu suyun serinliği,
Biz o kadar, o kadar birbirimiziniz.
CAHİT SITKI TARANCI
Rüyaların müzikteki etkilerine ise Sadettin Kaynak’ın çok bilinen bir eserinin ortaya çıkış öyküsü ile örnek verilebilir. Besteci, bir gün sabah namazından sonra yatar, rüyasında Hz. Peygamber’i görür ve uyanır uyanmaz duygu seliyle şu güfteyi yazar; Muhabbet bağına girdim bu gece,/Açılmış gülleri derdim bu gece,/ Vuslatın bağına erdim bu gece,/ Muhabbet doyulmaz bir pınarmış.
Birçok beste ve güfteye ilham kaynağı olan rüyalar beyaz perdede de etkisini göstermiştir. Bunun en iyi örneğini dünya sinemasından ünlü yönetmen Andrey Tarkovsky’nin, 1975 yılında çektiği “Ayna (Zerkalo)” filminde görebiliriz. Tarkovsky filmlerini incelediğimizde filmlerin kendisi birer rüya olarak görülmelidir. Ona göre rüya, soyutlukla somutluk arasında olan bir şeydir ve bu yönüyle sinema için hayatiyet arz eder. Bu sebepledir ki olayları gerçek mantığı ile değil, rüya mantığı ile ele alır. Ve yönetmenin filmleri birer rüya gibi algılanabilir.
“Ayna” filmindeki şiirsel anlatımlarla rüya ile gerçek yaşam kaynaştırılmış, “Sonra kederlenip rüyayı görmek için sabırsızlanıyorum. Beni her şeyin mümkün olduğuna inandığım çocukluğuma ve mutluluğuma götürecek rüyayı…” sözleriyle “Ayna” da rüyalara ve çocukluğa duyulan özlemi anlatmıştır.
Tarkovsky “Rüyanın Öyküsü”nü ortaya koyarken şiirsel anlatım, ani geçişler, geriye dönüşler, ağır çekimlerle rüya anlarının zenginleştirmesini ve böylece zaman-mekân kavramlarının tıpkı rüyada olduğu gibi silikleştirilmesini sağlamıştır. Bu filmde bir rüyada olduğunuzu hissedersiniz. “Ayna”da en çarpıcı durum ise filmdeki zamansızlıktır. İzleyici gerçek zaman kavramından yoksun bırakılmıştır. Rüya kendine has bir zaman kavramı içindedir. Zaten gerçekte de rüyalar bizim zaman algımızdan çok farklı değil midir?
“Ben’den kurtuldu da şimdi ben oldu. Aferinler olsun zahmetsiz benliğe.”
HAZRETİ MEVLANA
İnsanoğlunun eski çağlardan beri esrarını çözemediği rüyayı sözlükler kısaca, “Şuuraltı faaliyetlerinin uyku sırasında zihinde yarattığı hayallerdir” tanımı ile yapsa da, “Rüyalar aynalara benzerler, bazen içlerinde başlarımıza gelecek şeyleri görürüz,” demiş Moliere. Zihnin en savunmasız olduğu anlarda bilinçaltını kaplayarak gizli bir dünyanın film şeridi gibi göz önünden geçerek gizemlerin, sırların açığa çıktığı bu âlem her zaman merak konusu olmuş ancak görülen hayallerin gerçekle bağlantısının ve geleceğin habercisi olup olmadığının kesin açıklaması ne bilim adamları ne de din adamları tarafından yapılabilmiştir.
İlkel toplumlarda rüyaların tanrılar tarafından verilen armağan veya ceza olabileceğine inanılmıştır. Bu inançla kâhinler ortaya çıkmış ve rüya yorumları yapmaya başlamışlardır. Babil’in kâhinleri, Eski Mısırlılar, Yunanlılar ve Araplar rüya yorumları ile ilgili kitaplar yazmıştır.
Rüyaların bilimsel incelemesi (oneiroloji) ile parapsikologların ve ruh bilimcilerin çalışmaları sonucunda elde edilen verilerden uykunun dört evreden oluştuğunu ve rüya görme hadisesinin REM (Rapid Eye Movement – Analiz göz hareketleri) uykusu denilen, gözlerin göz kapakları altında ileri ve geri doğru hızlı ve ani hareket ettiği bir evrede gerçekleştiğini bilmekteyiz. İnsan rüya gördüğü anda vücudunda bazı önemli değişiklikler olmakta, REM uykusu ( DELTA uykusu da denilmektedir) süresince, kan basıncı ve kalp ritmi yükselip alçalmaktadır. Adrenalin seviyesi yükselerek kalp daha hızlı atmaya başlamaktadır. Bu durumda vücudumuzun daha çok yorulacağını düşünsek de, durum bunun tam tersidir. REM uykusu esnasında vücut tamamen durgun ve kaslar hareketsizdir.
Rüyalar renkli ya da siyah beyaz olabilir. Kadınların erkeklere göre daha renkli rüyalar gördüğü yapılan araştırmaların sonucudur. İnsan bir gecelik uykusunda birden fazla rüya görebilir. Ancak çoğu zaman uyanmaya yakın evrede görülmüş olan rüyalar akılda kalır. Hiç rüya görmediğini söyleyenlerin de rüya gördüğü elektronik cihazlarla tespit edilmiştir. Bilim adamlarınca uykuları denetim altına alınan kişilerin EEG (Elektroensefalogranik) cihazı ile yapılan tespitte rüyanın, uykunun yüzde yirmilik bir kısmını teşkil ettiği saptanmıştır.
Parapsikologlar ve ruh bilimcilerin rüyaların süreleri üzerine yaptığı çalışmalarda ise, uyandıktan sonra dakikalarca anlatılabilecek en uzun bir rüyanın bile aslında doksan saniyeyi geçmediği sonucuna varmıştır. Bu da bize rüyanın kendine has bir zaman ritmine sahip olduğunu, bizim zaman kavramımıza uymadığını gösterir.
Ruh bilimci Sigmund Freud uyku sırasında kişinin bilinçaltındaki düşüncelerinin, özlemlerinin veya isteklerinin bir olay döngüsü içinde göz önünden geçtiğini varsayarak, bilincin gizlediği olguları ortaya çıkarmaya çalışmış ve tıp adamları da bu yolu izleyerek hastaların tedavisi yönünde çalışmalar başlatmıştır.
Sırrı çözülemeyen bu masal âleminin derinliklerine inme çabaları yanında merakı gidermek amacı ile çeşitli yorum kitapları yazılmıştır. Bu yorumlar rüyaların türlerine göre değerlendirilmektedir. Günlük olayların etkisi ile yoğun, karmaşık olayların görüldüğü rüyalar yorumlanmaz. Bunlar gerçek rüya değildir. Diğer yorumlanmayan rüya türü ise kâbus ve karabasan denilen rüyalardır. Güzel görüntülerin dehşet verici ve korkutucu bir hale dönüştüğü bu tür rüyaların açıklamasını sinir doktorları ve psikanalistler yapmaktadır. Üçüncü tür olarak sayabileceğimiz rüya türü ise rüyada görülenin gerçek hayatta çıkması halidir ki bunlar gerçek rüyalardır. Genellikle sezgisi çok güçlü veya belli mertebelerdeki kişiler tarafından bu rüyalar görülür. Gerçek rüyalardan bilim tarihine geçmiş olan ünlülerinden biri Abraham Linkoln rüyasıdır.
Amerika’nın 16’ncı Başkanı Lincoln, 16 Nisan 1865 yılında rüyasında, Beyaz Saray çalışanlarının panik içinde başkanın öldüğü haberini verdiklerini gördü. Lincoln gün boyu bu rüyanın etkisinde kalarak çevresindekilere de rüyasını anlattı. Aynı günün akşamı Lincoln, eşi ve iki arkadaşı, 4 yıllık mücadeleden sonra Kuzey’in zafer kazanması ve iç savaşın sona ermesini kutlamak amacıyla Ford Tiyatrosu’nda “Amerikan Kuzenimiz” adlı oyunu izlemeye gittiler. Oyunun üçüncü perdesinde, Lincoln ve beraberindekilerin bulunduğu tiyatronun Başkanlık Locası’nın kapısı yavaşça aralandı ve sahneden gelen ışıkla elinde parlayan şeyin silah olduğu belli olan genç bir adam, içerideki kimse hareket etmeye fırsat bulamadan, silahtaki kurşunları başkanın başına boşaltmaya başladı. Başkan koltuğa yığılıp kalmıştı. Ölümünü haber veren rüyanın üzerinden daha 24 saat geçmeden, Lincoln’ün rüyası gerçek olmuştu. Ve bu olay tarihte, “Gerçek rüya” tanımına uyan en akılda kalıcı rüyalardan biri oldu.
Rüya yorumuna açık olan ve daha çok uykunun son evresinde görülen dördüncü tür rüya ise en sık rastlanılandır. Sabah uyanıldığında akılda kalmış olan ve kişiyi etkileyen bu olay döngüsü yorumlamak için en uygun olan rüya çeşididir.
Rüyalar ve yorumları bizi zihinsel, fiziksel, duygusal ve ruhsal olarak etkiler. İç dünyamız ile aramızda bir köprü oluşturur ve ruhumuzu fark etmenin bir göstergesi gibidir. Rüya ruh gibi soyut bir olaydır.
Tasavvufi açıdan ele alacak olursak rüya, uyku halinde ruh bedenden ayrıldığı zaman yaşanan olayların tümüdür. İslam düşüncesinde kelamcılar, felsefeciler ve de mutasavvıflar arasında rüya hakkında önemli şeyler yazılmıştır. En güzel örneklerini Mevlana’nın Mesnevi’sinde ve İbn Arabî’nin eserlerinde görebiliriz.
İslamiyet’te rüyaların bir bölümü anlamlıdır. Bu anlamlı rüyaların bir kısmı açık, bir kısmı ise rumuzludur. Yani rüyanın anlatılması sakıncalıdır. Rüyalar usulüne göre yorumlanmalı ve herkes rüya tabiri yapmamalıdır.
Allah’ın müjde veya korkutma amacıyla melekleri tarafından uyuyanların ruhlarına ilham ettiği rahmani rüyalardan bir kısmı peygamberlere vahiy olarak gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu tür rüyalardan bahsedilmektedir. Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Muhammed, peygamberlerin rüyaları ile Mısır meliki ve zindana atılan gencin rüya ve yorumları bunlardandır.
Hayatın yaklaşık üçte biri uykuda geçmektedir. Ortalama 60 senelik bir ömrün 20 senesinin uykuda geçtiğini düşünecek olursak rüyaların insanoğlu için önemini daha iyi kavrayabiliriz.
Hayatımızın azımsanamayacak bir kısmını kaplayan rüyalar sanatın çeşitli dallarında ortaya çıkan eserlerle yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu bize kanıtlamıştır.
Herkes gibi edebiyatçılar da gördükleri rüyalardan etkilenmişler ve bunu eserlerine yansıtmışlardır. Geçmişte divan ve halk edebiyatında görülen bu yansımalar günümüz edebiyatı için de geçerliliğini muhafaza etmektedir.
Annemi ölmüş gördüm rüyamda/ Ağlayarak uyanışım/ Hatırlattı bana, bir bayram sabahı/ Gökyüzüne kaçırdığım balonuma/ Ağlayışımı./ ORHAN VELİ KANIK
RÜYAMIZ
Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz,
Bu su bizim gölgemiz, biziz şeffaf ve temiz.
Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz,
Açılan güller gibi suda gönüllerimiz
Ne vakitten beridir burada oturmuşuz?
Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz.
Yaşamanın en güzel noktasında durmuşuz,
Bir huzur ahengine dalmış gönüllerimiz.
Uyanabilir miyiz sanki böyle rüyadan?
Asırlar kadar uzun, müphem ve tatlı bir an,
Biz o kadar sarhoşuz, o kadar sarhoşuz biz!
İşte gözlerimizde bu suyun derinliği,
İçimizdedir işte bu suyun serinliği,
Biz o kadar, o kadar birbirimiziniz.
CAHİT SITKI TARANCI
Rüyaların müzikteki etkilerine ise Sadettin Kaynak’ın çok bilinen bir eserinin ortaya çıkış öyküsü ile örnek verilebilir. Besteci, bir gün sabah namazından sonra yatar, rüyasında Hz. Peygamber’i görür ve uyanır uyanmaz duygu seliyle şu güfteyi yazar; Muhabbet bağına girdim bu gece,/Açılmış gülleri derdim bu gece,/ Vuslatın bağına erdim bu gece,/ Muhabbet doyulmaz bir pınarmış.
Birçok beste ve güfteye ilham kaynağı olan rüyalar beyaz perdede de etkisini göstermiştir. Bunun en iyi örneğini dünya sinemasından ünlü yönetmen Andrey Tarkovsky’nin, 1975 yılında çektiği “Ayna (Zerkalo)” filminde görebiliriz. Tarkovsky filmlerini incelediğimizde filmlerin kendisi birer rüya olarak görülmelidir. Ona göre rüya, soyutlukla somutluk arasında olan bir şeydir ve bu yönüyle sinema için hayatiyet arz eder. Bu sebepledir ki olayları gerçek mantığı ile değil, rüya mantığı ile ele alır. Ve yönetmenin filmleri birer rüya gibi algılanabilir.
“Ayna” filmindeki şiirsel anlatımlarla rüya ile gerçek yaşam kaynaştırılmış, “Sonra kederlenip rüyayı görmek için sabırsızlanıyorum. Beni her şeyin mümkün olduğuna inandığım çocukluğuma ve mutluluğuma götürecek rüyayı…” sözleriyle “Ayna” da rüyalara ve çocukluğa duyulan özlemi anlatmıştır.
Tarkovsky “Rüyanın Öyküsü”nü ortaya koyarken şiirsel anlatım, ani geçişler, geriye dönüşler, ağır çekimlerle rüya anlarının zenginleştirmesini ve böylece zaman-mekân kavramlarının tıpkı rüyada olduğu gibi silikleştirilmesini sağlamıştır. Bu filmde bir rüyada olduğunuzu hissedersiniz. “Ayna”da en çarpıcı durum ise filmdeki zamansızlıktır. İzleyici gerçek zaman kavramından yoksun bırakılmıştır. Rüya kendine has bir zaman kavramı içindedir. Zaten gerçekte de rüyalar bizim zaman algımızdan çok farklı değil midir?